3 Aralık 2008 Çarşamba

İstanbul'da arabasız geçen bir günün bazı sıradan detayları...

Uzun bir zamandan beri İstanbul'u otomobil kullanmadan gezmemiştim. Bu cümlenin ukalalık olmadığını İstanbul'da yaşayan ve hergün aracıyla işe gidip gelenler gayet iyi bilir. Ortasından deniz geçtiği için ulaşım şartları hayli zor olan bir metropolde yaşamanın kaçınılmaz sonucu mu bilmem ama, arabası olup da düzenli olarak toplu taşıma aracı kullanmayı tercih eden insan figürüne pek sık rastlanmıyor. Hele biraz yağmur yağmaya görsün, arabasının içinde iki saat oturarak trafiğin kahredici eziyetini çekmeyi, aralarda birkaç yüz metre yürüyerek otobüs, vapur ya da dolmuş seyahati yapmaya tercih edenler kat kat artıyor. Valla kimseyi kınamıyorum. Çünkü ben de o tembeller gürûhuna dahil olanlardanım. Bu tembellik değil, demeyin sakın. Bal gibi de tembellik. Hem öyle bir tembellik ki, yaşamın baş döndürücü temposunu hiç çaktırmadan sizden saklıyor ve günün en az bir-iki saatini elleriniz direksiyon üstünde ve hiç farkında olmadan saçma sapan konuşan herhangi bir "DJ"in anlamsız esprilerine kulak vermiş halde geçirmenize yol açıyor. Radyolar neden bu kadar çok reklâm alır, diye merak etmemek lazım. Trafikte takılmış, aklınızda bin düşünce ilerlemeye çalışırken radyo düğmesini çevirmeyi unutuyor, bir sürü anlamsız konuşmanın ve artık ezberlediğiniz pop şarkılarının yanısıra reklâmları da bir güzel beyninize yerleştiriyorsunuz. Kaç kere bir deterjan ya da ne bileyim bisküvi reklamının şarkısını mırıldanırken yakaladım kendimi.

Son zamanlarda gün içinde trafiğe hapsolarak kaybettiğimi düşündüğüm bu saatleri değerlendirmek için formül geliştirme arayışına girdim. İlk bulduğum yöntem direksiyona küçük bir kitap dayamak ve trafiğin durduğu yerlerde birkaç satır bile olsa birşeyler okuyarak kendimi oyalamaktı. Böyle böyle günde 30 -40 sayfa okumak mümkün, ben ölçtüm. Ama arkanızdaki arabadan sizin okuma aşkınızı kıskanan biri çıkar ya da trafik polisine yakalanırsanız hiç iyi olmuyor. Ayrıca tam kitabın heyecanlı bir yerine gelmişken ilerlemeniz gerekince hiç teklememeniz lazım. Biraz pratikle bunu da yapıyor insan ama özellikle annem, bunu başardığımı söylediğimde dehşet çığlıkları atınca onu kırmamak için bu işten vazgeçtim. Ona göre bu bir trafik canavarlığı. Ben ise okumanın direksiyon başında bile olsa canavarlıkla ilgisi olmadığı kanısındayım. Neyse, bunu tartışmayacağım. Biz başka yöntemlere geçelim. İlk akla gelen müzik tabii. Ama sıkışık trafikte boğuşurken tercih ettiğiniz müzikleri dinlemek de o uzun zaman dilimini zevkli hale getirmeye yetmiyor. E, daracık arabanın içinde kalkıp ayaklarınız açılsın diye arada bir dolaşamayacağınıza göre geriye pek bir seçenek kalmıyor. Tek yapacağınız şey kafanızdan geçirmekten hoşlanacağınız bir düşünce bulup ona kilitlenmek. Ama bu da konsantrasyon işi. Böyle zamanlarda gaza basmayı unutunca, yandaki aracın uyanık sürücüsü hemen önünüze geçiyor ve arkadan gelen korna sesleriyle o ana geri dönüyorsunuz.

Geçenlerde genç bir dostum, ilk arabasını almanın heyecanını benimle paylaşırken, yüzüme bilge bir gülümseme oturttum ve bütün mutluluğunu yüzünde donduracak şekilde yaşayacağı günlük sıkıntıları abartarak ve bundan biraz da haz duyarak uzun uzun anlattım. O an nezaketinden bir şey demedi ama içinden bana sarfettiği sözleri tahmin edebiliyorum. Önemli değil, bugün yarın gelip haklılığımı tescil edecektir.

Şimdi yazının başındaki ilk cümleye geri dönmek istiyorum. Gerçekten de uzun bir zamandan beri İstanbul'u otomobil kullanmadan gezmemiştim. Şu anlattıklarımı hızlıca kafamdan geçirdiğim günün sabahı -tabi güneşli bir gündü- arabam yokmuş gibi yola çıkmaya karar verdim. Telefonla aradığımda şaşırtıcı bir şekilde kızkardeşim de ikna oldu ve Beyoğlu'na İstanbul'un bize sunduğu olanakları kullanarak gitmeye karar verdik. Çekmeköy'den erken bir saatte çıktım. Bendeniz birçok hemcinsim gibi en az altı santim boyda topuklu ayakkabı giymeden rahat edemeyenlerdenim. 1.64 boyum olsa da düz ayakkabıyla kendimi cüce gibi hissederim. Topuklu ayakkabılar, hanım hanımcık bir etek - ceket, saç -baş, makyaj falan tamam. Evden çıktım ve yürümeye başladım. Hedefim otobüs durağı. 800 metre kadar yürüdüm, oralarda durak olmadığını biliyorum. Yolun mesafesini abartmıyorum, arabayla geçerken kilometre sayacından ölçmüştüm. Neyse o topuklarla durağa kadar ayağımı burka burka geldim. Beklemeye başladım. 10 dakika sonra sıkılıp yanımdaki adama otobüsün ne zaman geleceğini bilip bilmediğini sordum. Saatine bakıp, daha 20 dakikası var, dedi. Üsküdar'a giden otobüs yarım saatte bir geçiyormuş meğer. Kafamdan hızlıca bir hesap yaptım. Kızkardeşimle saat 10.30'da Üsküdar iskelesinde buluşacaktık. Saat 9.40 civarı. Otobüs 10.00'da gelse yarım saatte yetişmem imkânsız. Öğrencilik yıllarımdan otobüslerin hızına göre vapura yetişme hesapları yapmamak gerektiğini bilenlerdenim. Daha kötüsü 5 dakika gecikecek olursam saatlerce beklediğini iddia edip bunu facia haline getirecek bir kızkardeşim var. Geldiğim yoldan yürüyerek geri dönüp arabamı almanın ve Üsküdar'da bir parka bırakmak suretiyle yolumun yarısından itibaren İstanbul'da hayata karışmanın bana zaman kazandıracağına karar verdim. Bunu hayata geçirene kadar çektiğim topuklu ayakkabı ıstırabı neyse de kendimi arabaya attığım anda çorabımın kaçmış olduğunu görmem beni yıktı. Neyse ki bu ilk zayiatı gidermek için eve girip çıkmam iki dakika sürdü. Aynada şöyle bir kendimi süzdüm ve topuklu ayakkabılarımdan vazgeçmemeye karar verdim. Saat 9.55 ve Üsküdar iskelesine yetişmek için 35 dakikam var.

Hava güneşli ya, nispeten yollar daha akıcı ve çevreyolunda duraklamadan gidiliyor. Neredeyse Üsküdar sapağına girmek üzereydim. Zırr telefon! Kızkardeşim. Üsküdar'dan vazgeçip Kadıköy'de buluşabilir miymişiz! Karaköy'e geçersek daha pratik olacağını düşünmüş. Haklı ama ben Üsküdar yolundan Kadıköy'e geçene kadar 10.40 vapurunu yakalayabilecek miyiz, diye düşünen yok. Neyse "ya sabır" çekerek Kadıköy trafiğine daldım. Altıyol'dan iskeleye doğru inerken trafiğe yakalanmama kararıyla güne başladığım aklıma geldiği için güldüm kendi kendime. İskeleye en yakın otoparka arabayı bırakıp topuklu ayakkabılarımla koşmaya başladım. Bir yandan elimde telefon, nefes nefese, nerede buluşacağımızı sormaya çalışıyordum. Jeton lazım, gişenin önünde buluşalım, dedi kardeşim. Hergün bu yolu kullanmamanın acıklı yanı akbil sahibi olmamak tabii ki. Gişenin önüne geldiğimizde vapurun kalkmasına 15 saniye vardı. Görevli arkadaş bizdeki telaşa karşılık mahmur gözleriyle gelenleri süzüyor ve ağırlaştırılmış hareketlerle jeton ve para üstlerini uzatıyordu. Verdiğim para 100 lira olmasa jetonları alıp üstü kalsın, diyecek haldeyim. Hani iş yavaşlatma eylemi olduğunda tam Boğaz Köprüsü'ne oturtulacak adam. Jeton ve paraları hızla avuçlayıp turnikeden geçtiğimiz anda kapılar kapandı ve vapura el sallamak zorunda kaldık doğal olarak. Kardeşimle aynı zamanda iskeleye ulaştığımız için aramızda herhangi bir tartışma yok ama gitti bir 20 dakika daha. Sağolsun, benim normal yoldan gitme fikrime bir parça söylendi, ama beklediğim kadar büyütmedi.

Artık trafik kâbusu yaşamak yerine keyifli yolculuk yapmanın tam yerindeyiz. Vapurun sakinliği içinde bir bardak çay ve ayaklarını uzatabilme lüksü. Süper! Sadece kızkardeşimin de benim de ayaklarımız koşmaktan ağrımakta. Onda da on santim topuklu çizmeler var. Ne de olsa aynı fabrikasyon. Oturup sohbet ederken sıcağı sıcağına pek anlamadık ama vapur yanaşırken ayağa kalkınca birbirimizin koluna girmek zorunda kaldık.

İskelesi son fırtınada çok saçma bir şekilde sulara gömüldükten sonra kişiliksizleşmiş bizim Karaköy. Bostancı'ya da benziyor, Burgazada'ya da, Sirkeci'ye de. Çocukluğumda özellikle kitapçılarına bayıldığım iskelenin son yıllarını bilmem ama battığını duyunca pek üzülmüştüm. Oradayken daha fena oldum. Yeni şeklin bir iyi yanı var, o da ana caddeye yürümek daha pratik sanki. Ama arabasız dışarı çıkan iki insanın cehaleti çok fena oluyor. Önce Tünel nerede, diye hatırlamaya çalıştık. Sonra Tünel'e giden alt geçidi sormamız gerekti. Alt geçit içindeyken de hangi merdivenden çıkacağız, diye üç kez sormak zorunda kaldık. Çok şükür, sonunda Tünel'e ulaştık. Burası yıllardan sonra insana eski bir dost evi gibi geliyor. Ama aynı zamanda Levent metrosuna alışan gözlerim bu minyatür metroya milat öncesinden kalma bir garip alet diye bakmaktan kendini alamadı. İçinde bulunduğu yer ise bir nevi zaman tüneli. Geçmişi yaşayacağınız bir yolculuk hayal ediyorsunuz metronun hareket zili çalarken. Ama bu hayale çok kaptırırsanız iki dakikada biten yolculuktan hiç zevk alamazsınız uyarayım. Ben öyle oldum. Geldiğimizde ağzımdan "nasıl yani?" sorusu çıktı bir tek.

Beyoğlu'nda kalabalığa karıştığımız anda saate baktım. Sabah saat 09.00'da başlayan yolculuğumuz 11.45'de noktalanmış. 2 saat 45 dakika. Eğer arabayla gelecek olsaydık köprü trafiği, Taksim yollarının kalabalığı falan derken aynı zamanı tutturur muyduk bilemiyorum. Çıktığımız saate de bağlı malum. Ama iki farklı tip ulaşım şeklinin avantaj ve dezavantajlarını sıralayabilirim.

Avantaj 1. Hergün arabasız bir yolculuk yaparak karşıya geçerseniz ciddi tasarrufunuz oluyor. Aylık benzin parasını bir-iki kez Boğaz'da balık yemek için kullanabilirsiniz sözgelişi.

Avantaj 2. Hayatı yakalıyorsunuz. İnsanları, yolları, taşıtları seyretmek ve her an başınıza herşeyin gelebileceğini düşünerek yolculuk etmek heyecan verici.

Avantaj 3. Oturup yolculuk edeceğiniz taşıtlarda kitap, gazete okuma şansınız yüksek. Sabah çayını içmek için işyerine kadar gitmeyi beklemek zorunda değilsiniz.

Avantaj 4. İsterseniz yeni dostluklar kurup, yeni insanlar tanıyacak fırsatlar bile yakalayabilirsiniz yollarda. Rutin bir yaşamdan yakınanlardansanız buna karşılık girişken bir yapınız varsa işte size fırsat.

Dezavantaj 1. Özellikle yağmurlu, çamurlu havalarda ve soğuklarda taşıttan taşıta binmek için aralarda yürümek iğrenç. Yorucu ve üşütücü.

Dezavantaj 2. Topuklu ayakkabı giymek ve daha estetik bir görünüme sahip olmaya çalışmak kâbusa dönüşebiliyor. İlle her ikisini de yapacağım diyorsanız, hedefinizden bir saat daha erken dışarı çıkmalısınız ki, salına salına yürüyebilesiniz.

Dezavantaj 3. Kalabalığı sevmiyorsanız ve ayakta kalma ihtimaliniz varsa otobüsler tatsız. Metrobüsü denemek lazım. İnşaatı bitip köprü üstünden geçmeye başladıktan sonra yorumunu yapmak mümkün olacak.

Dezavantaj 4. Arabada kendi başınıza kalıp dalıp gitmelerin, esnemelerin, şarkı söylemelerin, sinirlenip sağa sola küfretmelerin de apayrı bir lüks olduğunu anlıyorsunuz.

Arabası olduğu halde düzenli olarak toplu taşıma olanaklarını kullananların sayısını öğrenmeyi isterdim doğrusu. Kendi adıma itiraf edeyim, ne kadar sızlansam da arabamdan vazgeçemeyeceğim gibi görünüyor. Benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğundan eminim aslında. Bu sonuç yukarıda saydığım avantaj ve dezavantajlardan kaynaklanmıyor, onu da biliyorum. Hepimiz zamanla yarışıyoruz ve araçlarımızı kullanarak daha çok zamana sahip olabileceğimizi düşünüyoruz. Unuttuğumuz ya da gözardı ettiğimiz bir tek gerçek var. Zamanı yakalayalım derken aslında zamanın ve buna bağlı olarak hayatın ellerimizin arasından kayıp gitmesine seyirci kalıyoruz... Çünkü zaman, biz İstanbul'un yoğun trafiğinde aracımızın içinde hapis durumdayken, dışarda hızla akıp gidiyor. Bizlerse zamanı kendimiz için her sabah ve her akşam 1-2 saatliğine durdurmuş oluyoruz. Birgün araçsız ve telaşesiz olarak bir İstanbul gezisi planlayın. Bunu daha iyi anlayacaksınız.

6 yorum:

Nihat Diler dedi ki...

Yazdıklarınız sesiniz kadar kaleminizin de çok güçlü olduğunu ispatlıyor.Son derece samimi ve akıcı bir uslübunuz var.Sizi yürekten kutluyorum.
Bu vesile ile bayramınızı kutluyor, aileniz ve tüm sevdiklerinizle sağlık mutluluk ve esenlikler diliyorum.Nihat Diler

Adsız dedi ki...

İstanbulun günlük bir problemini hem tarfik sorunu hem de insan psikoloji açısından dile getirmişsiniz. Aylin Hanım blogunuz hayırlı olsun.

figen dedi ki...

Yazından keyif aldım. Yazı stilin mizahi bir yan taşıyor. Kelimeleri de çok iyi kullanıyorsun. Tek kelimeyle yazını beğendim.

Bu arada niye topuklu ayakkabılara yönelmediğim sorusunun cevabını hatırladım. "Toplu taşıma araçlarını kullanan birisi olarak topuklu ayakkabı ve hanım hanım giyinmenin ne kadar zor olduğunu bilirim" diye geçirdim yazını okurken.

Eline Sağlık
Figen Taşkın

Adsız dedi ki...

Merhabalar Aylin Hanım,

İyi ki Aylin'ceden haberim oldu. Arada bir yazı yazdıkça bize de ulaşırsa sevinirim. Bir solukta iki yazınızı da okudum. Ne kadar okucu, ne kadar bizden, ne kadar samimi... Kolaylıklar ve keyifli yazılar diliyorum tebessümlerimizi yumak edecek! İyi ki varsınız! Sevgilerimle...

İlknur ŞENOL

İstanbul

Unknown dedi ki...

Yazılarınız bir harika. Bugüne değin neyi beklediniz ki!
Kaleminizin güzelliğini, olgunluğunu İstanbul'un keşmekeşliğine mi borçluyuz acaba?
Şahsen, müzik tutkunuzu satırlarınızda da görüyorum.
Hele hele evli çocuklu çalışma yaşamında daha da zorlaşan yaşam koşulları varken.
İşimi gücümü bıraktım yazılarınızı okuyorum, bence yazın.

Adsız dedi ki...

Şefim blogun hayırlı olsun. oe