2 Temmuz 2012 Pazartesi

KALBİNDE YOKSA YERİM, BEN AYAKTA DA GİDERİM!

Bu ayın başında yürürlüğe giren yeni Türk Ticaret Kanunu'nun belki de en dikkat çeken uygulaması, dolmuş ve kamyonların arkalarında okumaya alıştığımız veciz yazıların yasaklanması oldu. Yeni kanun toplu taşımacılık alanında modern ve çağdaş bir çizgiyi yakalamak adına herkesin alkışlayacağı birçok kural getirmiş durumda. Ama hepimizin çok sevdiği ve neredeyse kültürümüzün bir parçası olarak değerlendirilen, hatta üzerlerine yarışmalar düzenlenen "kamyon yazıları edebiyatı", yeni kurallarla birlikte, kurunun yanında yaş da yanar misali, dönemini tamamlamak zorunda kaldı.

Yeni kanuna göre otobüslerde tavuk ve horoz gibi canlı hayvan taşımak, gece yarısından sonra yolcu otobüslerinde yüksek sesli müzik çalmak, şehirler arası yolculuklarda yumurta, soğan, lahmacun gibi kötü kokan yiyecekler yemek yasak. Yolcunun lehine taşıyıcı firmalara birçok yaptırım da getiriliyor. Hepsi harika! Ama toplu taşıma araçlarının dış yüzeylerinin sadeleştirilmesine yönelik alınan kararla kamyon ve dolmuş yazılarının yasaklanması açıkçası birçoğunuz gibi benim de içimi burktu. Türk insanının ince ve kıvrak zekasını ortaya koyan bu birbirinden keyifli cümleler hem uzun yolculuklarımızın monotonluğunda birer neşe kaynağı, hem de her ortamda dostlarımızla paylaşa paylaşa farkına varmadan ördüğümüz bir ortak duvarın ahenkli taşları olmuştu. Bir türkü, bir fıkra, bir mani gibi kimden çıktığı belli olmayan bu cümlelerin, üretildikleri anda toplumun birçok farklı kesiminde popüler hale gelmeleri, komik ve zekice olmaları kadar yazıldıkları yerlerden de kaynaklanıyordu. Aynı cümleleri dolmuş ya da kamyon arkasında değil de yoldan geçerken gördüğümüz bir duvarda okusaydık acaba bu kadar çok sever miydik? Öyle olsaydı "graffiti" Türkiye'de çok yaygınlaşırdı herhalde. Oysa biz duvar yazılarını daha çok siyasal sloganlar için kullanmış bir toplum olduk yıllarca. Demek ki kamyon ve dolmuş arkalarının sahip olduğu özgün statü, oradaki yazıların içeriği kadar önemli oldu kamyon edebiyatının oluşmasında.

İçerik açısından ele alırsak, artık veda etmek zorunda kaldığımız bu kamyon yazıları yıllarca neden bu kadar çok sevildi dersiniz? Merak ettim ve belli başlı cümleleri gözden geçirdim. Benim mantığıma göre ortada iki ana grup var. İlki şoförlerin hissiyatını anlatan cümlelerden oluşuyor. İşte birkaç örnek: 
  • "Aşıksan vur saza, şoförden bas gaza", 
  • "Rampada geçme beni, düzlükte ezerim seni", 
  • "Yollar gidişime, kızlar duruşuma hasta", 
  • "İstanbul Ankara 6 saat, sana sevgim 24 saat", 
  • "Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsan çok yaklaşmışsın demektir", 
  • "Araman için hata mı yapmalıyım?", 
  • "Kes hızını, ağlatma el kızını"...
İkinci grup ise daha genel. Temeli karşılıksız aşka ya da kara sevdaya dayalı. Söyleyenin şoför olması gerekmiyor. Ama az biraz gariban olmak lazım bu cümleleri kurmak için. Belki Türk filmlerindeki gibi fakir ama gururlu. Türk insanının hayalindeki romantik kahraman yani. Neler mi söylüyor:
  • "Senin havan varsa, benim de rüzgarım var", 
  • "Dünya dikenli bir hayat, sevenlerde mı kabahat", 
  • "Bir daha sevmek için heves mi bıraktın?", 
  • "Bu dünyada her şey paraysa üstü kalsın", 
  • "Duanla mı yaşadım ki, bedduanla öleceğim?", 
  • "Uzaktan severim, ruhun bile duymaz", 
  • "Alem kaşar olmuş, tost yapan yok", 
  • "Kalbinde yoksa yerim, ben ayakta da giderim"...
 Gördüğünüz gibi bir yanda uzun ve bitmek bilmez yolların çilesi, diğer yanda aşk, hasret ve çaresizlik. Ama işin asıl önemli yanı, bu duyguları ifade eden cümlelerdeki müthiş mizah duygusu. Karamsarlığı ve zorlukları böylesine güçlü bir mizah anlayışıyla ifade eden bir başka edebiyat örneği aklımıza geliyor mu? Hem de slogan mantığıyla, kısacık cümleler halinde. Zaten dünyanın başka hiçbir ülkesinde ne uzun yol araçlarında ne şehir içi taşımacılığında böyle bir uygulama görülmüş değil. Yani inceleyecek olsanız tez konusu olur. Oturup listelemeye kalksanız kitap haline gelir. Koskocaman bir kültürel yansıma.

E, hal böyle olunca, "çağdaş taşımacılık için getirilen kurallara bir diyeceğim yok ama bizim bu masum ve yaşantımıza renk katan kamyon yazıları edebiyatımıza dokunmasalar olmaz mıydı", demeden edemiyorum. Yahu ne bileyim, toplu taşıma araçlarının sadeliğini bozmayacak şekilde yazıların tipine ve boyutuna bir standart getirselerdi mesela. Ya da araçların arkasına asılacak şekilde reklam panosuna benzer bir bölüm oluşturulsaydı. Bunların hiçbirisi düşünülmemiş tabii. Bundan sonra da düşünülmeyeceğinden şüphem yok. Ama eminim ki bu yazıları ortaya çıkaran ve Türk toplumunun her kesimine sevdiren o toplumsal ortak zeka, kamyon yazıları edebiyatını yaşatmanın da bir yolunu bulacaktır elbet!!

1 Kasım 2011 Salı

Sosyal paylaşım sitesi nam-ı diğer facebook

Herkes facebook hakkında o kadar çok şey yazıp çizdi ki, irdelenmedik yanı kalmadı aslında. Ama diğer yandan facebook herkese göre farklı farklı yönleri keşfedilebilecek bir iletişim noktası. Çünkü kullanıcı sayısı kadar amaca hizmet ediyor. Öyleyse içine katılan herkesin sanal dünyasındaki tanımı ve anlamı da farklı. Yani anlatılmamış daha çooook değişik yönü var.
İlk duyduğum zaman bir grup genç arkadaşın özentisi olarak değerlendirip uzun süre ilgilenmeyi reddettiğim bu olgu, farkına bile varmadan yaşamımın bir parçası haline geliverdi. Ama hani bazı köşe yazarlarının ve eleştirmenlerin üstüne basa basa facebook'un insanları asosyalleştirdiğine dair seslendirdikleri fikirleri destekleyen bir bütünlük değil benim yaşadığım. Evet, facebook'u kullanıyorum ve akşam işlerimi bitirip eve geldiğimde yaklaşık yarım saatimi bu siteyle oynayarak geçiriyorum. Hadi itiraf edeyim, bazan daha da uzun sürüyor. Oynayarak tabirini yanlışlıkla kullanmadım, çünkü facebook'u bir modern zaman oyuncağı olarak kabul edenlerdenim ben. Televizyonun karşısında pasifleşmenin yarattığı sıkıntıya düşmekten beni kurtardığı için eline oyuncak verilmiş bir çocuk gibi mutlu oluyorum. E sonra, birçok kişinin ifade ettiği gibi uzun yıllardır haberini almadığım eşime dostuma ulaşmanın keyfini yaşıyorum. Kim nerede, neler yapıyor sorusuna cevap verecek fotoğraflarla oyalanıyor, müzisyen kimliğimi gelen kaliteli videoları seçip dinlediğim eserlerle tatmin ediyorum. Nerede, hangi etkinlik yapıldığını facebook olmasa takip etmem çok zor olurdu sanırım. Eh, kendi konserlerimi çevreme duyurmanın da daha hızlı bir yolu yok sanırım. Hayatımdaki küçük bir yeniliği kısacık bir cümleyle yazdığım zaman bile sayısız cevap geliyor. Ne çok kullanım amacım varmış yahu!! Hadi itiraf edeyim, arkadaşlarımın doğum gününü kutlamayı unutmamam da facebook'un bir başarısı. Ama bazen doğum günlerini kutlamak için sadece arkadaşlarımın duvarına "İyi ki doğdun, nice yıllara" türünden bir şeyler yazdığım ve telefona sarılmaya üşendiğim için kendimden nefret ettiğim anlar da oluyor. Hiçbir zaman katılmayacağım bir etkinlik davetine cevaben "Belki" yazdığım zaman kendimi sahtekar gibi hissediyorum. Dikkatimi çekmek isteyenlerin beni dürtmelerine sinir oluyorum. Çünkü aslında bu "dürtmek" tabirini hiç sevmem. Ayrıca iznim olmadan beni bir sürü gruba üye yapanları tek tek bulup onlara bağırmak istiyorum. Çünkü bir gruba üye olur olmaz o gruptakilerin tüm mesajlarının mail kutumu doldurmaları hiç hoşuma gitmiyor. Ama öte yandan facebook hesabımı gerçek mail adresimle eşleştirmekten vazgeçmek de işime gelmiyor. Bazen kendi kendime bu konuyu dert ettiğim için gülüyorum ama maillerimi her kontrol edişimde aynı sıkıntı yüzünden söyleniyorum.
Bir de üstüne üstlük listemdeki kişi sayısı beş bine ulaşmak üzere. Yani sınırdayım. Facebook üyeleri bilir, beş bin arkadaştan sonrasını sistem kabul etmiyor. Ya ikinci bir sayfa açacaksınız ya da ondan sonra gelen arkadaşlık davetlerini kabul etmeyeceksiniz. Bu da ayrı bir sıkıntı. İnsan gelen arkadaşlık davetlerini reddetmek zorunda kalınca kendini kapısına gelen misafiri geri çevirmiş gibi hissediyor. Bu noktada, okuyanların bir çoğu, hakkımda asosyal teşhisi koymuştur, eminim. Facebook başında akşamlarını geçiren, listesine beş bine yakın isim ekleyen ve artık arkadaşlık davetlerini kabul edemeyeceği için üzülen birisi üstelik en kibar ifadeyle "asosyal"dir dii mi? Bunun daha değişik ifadeleri de var ama ben kendimden bahsettiğim için farklı kelimeler bulmak konusunda okuyanlara yardımcı olmayacağım. Onun yerine kesinlikle asosyal olmadığımı ama günlük yaşam çizgimi facebook'la renklendirdiğimi söylemekle yetineceğim. İnanıp inanmamak sizin sorununuz. Sabah erkenden işe gitmek için evden çıkıp akşama kadar geçen 10-12 saatin kendisine yetmemesi gibi bir sorunu olan ben "asosyal" olamam herhalde.
Hal böyleyse, teşhis koymak konusunda birşeyler yapmam lazım sanırım. Gün bana yetmiyorsa ve insanlarla sosyal iletişimimi yüzyüze yapacak birçok gruba girip çıkıyorsam, hatta konserlerim sayesinde kalabalıklar içindeysem, kalan zamanlarımda neden facebook'a bu kadar çok yer ayırıyorum? Hatta neden yaşamımın bir parçası haline gelmesine izin veriyorum? Hadi itiraf edin, mesleğiniz ve yaşam tarzınız ne olursa olsun bu sosyal paylaşım ağına girdiyseniz siz de bir bilgisayar başına geçer geçmez sayfanıza en azından bir göz atmadan duramıyorsunuzdur. Hele hele akşam saatlerinde hemen herkes bilgisayar başında olduğu için adeta otomatik olarak toplanmış kocaman bir meclisin bir parçası haline gelmekten keyif alıyorsunuzdur. Peki neden? Sanırım tamamiyle şehirleşen bir atmosferde uzaklıklardan ötürü ha deyince insan içine karışamamanın yarattığı zorluğa karşı facebook çok iyi bir çözüm de ondan... Eskiden akşamları, müsait olununca birbirine oturmaya giderdi insanlar. Şimdi hangimiz ev ziyaretlerine yeterince zaman ayırabiliyoruz? Hafta içi dışarı çıkmak, çıksanız bile biraz uzağa gitmek ertesi gün yapılacak işlerinizi düşününce ciddi ciddi cesaret gerektirmiyor mu? Oysa evde çayınızı içerken bırakın aynı semti, başka şehirdeki ya da başka ülkedeki arkadaşlarınız bile yanıbaşınızda. Kendileri yoksa bile haklarında konuşacak bir sürü ortak arkadaş var ortada. Dedikodu ihtiyacımız otomatikman sıfırlanıyor işte. Sohbetlerin seviyesi, paylaşılan şiir, şarkı, türkü ve benzeri edebi ürünlerin kalitesi, tarzı tamamen sizin tercihinize göre belirleniyor. Öyleyse niçin sosyal yaşamı öldürdüğünden ve insanı yalnızlığa ittiğinden bahsedelim facebook'un? Tam tersine insanı ait olmak istediği kalabalıkların arasına çekmiyor mu bir anlamda?
İşi bu noktada bıraktığınızda facebook tarafımdan şiddetle tavsiye edilecek bir paylaşım sitesi. Ben kendi adıma bu noktada bırakmayı becerenlerdenim. Ama, bu biraz da sigara gibi mi ne, alışkanlık haline gelince, insanın kişilik yapısında da, her alışkanlığın yaptığı gibi, problemlere yol açıyor. Nasıl mı? Kendinizi çok kaptırdığınızda gerçek yaşam ve sanal yaşam birbirine karışabiliyor. Aslında çok aktif bir facebook kullanıcısı olan siz, gerçekte ne kadar yalnız olduğunuzun farkına varmıyorsunuz. Bilgisayar başına geçince bütün etkinlikleri onaylıyor ve hepsine katılma sözü veriyor, herkesin doğum gününü kutluyor, her fikri ve düşünceyi bir tuşa basarak beğeniyor, yapılan herhangi bir yorumu destekliyor ya da eleştiriyor, aklınıza geleni dürtüyor, istediğinizin yaşamı hakkında fikirlerinizi beyan ediyor, gruplara katılıyor, facebook üzerinden düzenlenen miting ve yürüyüşlerin bir parçası oluyorsunuz. Bir tuşa basınca bunların olması ne kolay ve ne hoş değil mi? Ama iş bilgisayar başında verilen sözleri gerçek yaşamda uygulamaya gelince tepkisiz kaldığınızda, sanal dünyadaki aktifliğinizin hiç bir anlamı kalmıyor. İşte üzerinde düşünülmesi gereken nokta, bu nokta. Sanırım bunu birçok kişinin kendi adına düşünmesi gerekiyor. Çünkü sanal atmosferdeki aktivitenizin gerçek yaşamınızdaki faaliyetlerinizle örtüşmesini denetleyecek bir mekanizma olmadığı için konu sadece kendi kendinize karşı olan samimiyetinizde kilitleniyor. Samimi olmayanların sayısı ise hayli fazla. Düşüncelerinizi ve bilgisayar ekranının arkasındaki beyninizi normal eylemleriniz ve gerçek yaşamdaki rollerinizle bütünleştirmek konusunda nasıl hareket ediyorsunuz? Bu iki farklı kavramı bütünleştirmeyi mi, ayırmayı mı tercih ediyorsunuz? Bu noktada kullandığınız tercih sizin mi facebook'u kullandığınızı, yoksa facebook'un mu sizi kullandığını gösteriyor aslında. Eğer kendine sanal dünyada aktif bir kişilik yaratmış binlerce insanın biraraya geldiği bir sosyal paylaşım sitesinden dünyaya bakıyorsanız ve bu aktif kişiliklerin hiçbirisi aslında çevrenizde yoksa, insan kalabalıkları olarak biraraya gelip iletişime geçmenin hiçbir gerçek amacı yok demektir. İşin ilginç yanı bireysel olarak böyle bir tercihi uygulamak bulaşıcıdır da. Çünkü sanal dünyada aktif görünüşlü ama gerçek yaşamda varlığını göstermeyen insanlar arasına katılmak ilk bakışta kimseye birşey kaybettirmiyor. Hatta manen kendini tatmin etmek noktasında bir kazançtan söz etmek de mümkün. Onun için bulaşıcı dedim zaten. Ama uzun vadede kendilerini ve çevresindekileri yarattıkları sanal kişiliklerle kandırıp gerçek yaşama silik bir pencereden bakanlar hazırladıkları çevreden nasıl bir kazanım elde edebilirler acaba? Cevabı negatif değil mi?Bence "facebook"da gerçek kişiliklerimizle, gerçek dünyamızda yaşadıklarımızı paylaşıp yeni dostluklara ulaşmaya çalışarak bu sosyal paylaşım sitesini amacına uygun şekilde kullanmayı denersek o ince çizgiyi aşmadan bu işi zevkle ve zevkimize hizmet edecek şekilde götürebiliriz ancak. Hasta olduğunu facebook üzerinden öğrendiğimiz bir arkadaşımıza aynı yerden ilaç tavsiye etmek yerine onu alıp doktora götürmek daha büyük bir manevi tatmin ve mutluluk değil mi, ne dersiniz?

29 Eylül 2010 Çarşamba

Modernleşme sürecinde öncü bir figür olarak bir kadın bestekar: Leyla Saz

Tarihimizde Leyla Hanım diye de anılan Leyla Saz, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında yaşamış ünlü bir Türk kadın şair, yazar ve bestecidir. Yaşadığı yıllar Türk toplum yapısında hızlı bir sosyal değişim sürecini kapsadığından Leyla Hanım'ın profilini incelemek, O'nun sanatçı kişiliğini tanımanın yanısıra 1900'lü yılların Türk toplumundaki değişimleri gözden geçirmeye de yardımcı olacaktır. Çünkü Leyla Hanım yaşamı boyunca toplumdaki değişimlerin hem gözlemcisi, hem de uygulayıcısı olmuş bir isimdir. Bu çerçevede bu yazının amacı hem Leyla Hanım'ın Türk Müziği ve edebiyatındaki yerini anlatmak, hem de o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneksel yapısından uzaklaşarak Batılı anlayışa yüzünü dönmeye çalışan Türk toplumu hakkında kısaca bilgi vermektir.

YAŞAMI

Leyla Saz 1850 - 1936 yılları arasında yaşamıştır. Babası Osmanlı Sarayı'nın doktorlarından İsmail Paşa'dır (1812 - 1871). Doktorluğunun yanısıra belediye başkanlığı, valilik, sağlık bakanlığı, ticaret bakanlığı gibi görevlerde bulunmuştur. Sultan Abdülmecit ve daha sonra O'nun oğulları Sultan 5. Murat ile Sultan Reşat'ı sünnet eden doktor olması saraya yakınlığını gösterir. Ayrıca saray kadınlarının yaşadığı harem bölümünün özel doktoru olarak görev yapmıştır. Bu yakınlıktan dolayı küçük Leyla ablası ile birlikte sarayda büyümüştür. Leyla Hanım saraya ilk girişini anılarını yazdığı kitabında anlatırken, babası Ticaret Bakanı iken Londra'da açılacak bir serginin hazırlıkları sırasında padişah 1. Abdülmecit'in karısının, ablasını çok beğenerek kızı Münire Sultan'a arkadaş olsun diye saraya aldırdığını ve birkaç yıl sonra kendisinin de saraya götürüldüğünü ifade eder. Saraya dört yaşında giren küçük Leyla, 1. Abdülmecit'in ölümü üzerine 11 yaşında evine geri dönmüştür.

Sultan 1. Abdülmecit'in ölüm yılında Girit'e vali olarak atanan İsmail Paşa eşini ve büyük kızını İstanbul'da bırakıp küçük kızını yanında götürünce Leyla Hanım'ın ilk gençliği Girit'in ikinci büyük şehri olan Hanya'da geçti. 11 yaşına kadar sarayda sıkı bir geleneksel eğitim alan Leyla, Hanya'da Kirya Konsaksaki adlı yaşlı bir Rum kadından Fransızca ve Rumca öğrendi. Kirya Konsaksaki Atina Üniversitesi profesörlerindendi. Leyla Hanım O'nun sayesinde Batı kültürünü daha yakından inceleme fırsatını buldu. Aslında babası İsmail Paşa'nın Paris'te eğitim görmüş olması da Leyla Hanım'ın Batı kültürü almasında önemli bir etkendir. Bir yandan saray eğitimi, diğer yandan aldığı özel dersler Leyla Hanım'ın Arapça, Farsça, Fransızca ve Rumca'yı çok iyi öğrenmesini sağlamıştır. Bu arada yeteneği küçük yaşlarda anlaşıldığı için, sarayda hanım sultanların öğretmeni olan Matmazel Romano'dan piyano dersleri almaya başlayan Leyla Hanım, Girit'te bu konuda da iyice ilerlemiştir. Leyla Hanım'ın piyano eğitimi alması yaşadığı dönemin O'na verdiği bir şanstır. 1800'lü yılların sonlarında hem sosyal yaşamda hem sanat alanında ortaya çıkan Batılılaşma eğilimi sarayda Batı müziğine ilgi duyulmasını sağlayınca, piyano hareme kadar girmiş, bu etki altında Leyla Hanım ilk piyano dersi alanlardan biri olmuştur. Leyla Hanım'ın Batı kültürü alarak eğitimini sürdürmesi geleneksel Osmanlı eğitim sisteminden uzak kalmasına yol açmamıştır. Bu çerçevede Hanya'daki yıllarında Giritli Kutbi Efendi'den Osmanlı şiirini öğrenmiştir. İlk şiirini 14 yaşındayken yazmıştır.

İsmail Paşa ikinci kez Aydın kentine vali olarak atandığında 19 yaşına gelen Leyla, orada çok parlak geleceği olan Sırrı isimli bir gençle evlendirildi. Sırrı Efendi daha sonra kayınpederi gibi Paşa ünvanını almış, Bağdat başta olmak üzere birçok Osmanlı şehrinde valilik görevinde bulunmuştur. Fransızca, Rumca, Arapça, Farsça'yı çok iyi bilen Sırrı Paşa, çoğunluğu din, tasavvuf ve felsefe üzerine olan 16 kitap yazmıştır. Aynı zamanda şair ve hattattır. Irak'ta Hindiyye Barajı'nı ve Hille kanalını, valilik yaptığı diğer illerde de birçok yol ve bayındırlık eserleri yaptırmıştır. Leyla Hanım evli kaldıkları yıllar boyunca eşinden çok şey öğrenmiştir.

Leyla Hanım'ın evliliği eşi Sırrı Paşa'nın ölümüne kadar 26 yıl sürmüş, O'nun ölümü üzerine Leyla Hanım 45 yaşında dul kalmıştır. Bu evlilik süresince zaman zaman eşinin görev yaptığı şehirlerde, zaman zaman İstanbul'da yaşayan Leyla Hanım, 1895 yılından sonra tamamen İstanbul'a yerleşmiştir. Dolayısıyla yaşamı boyunca hem İstanbul hem de taşradaki kültürel yapı hakkında önemli gözlemleri olmuş, bu gözlem ve yaşadığı tecrübeler hem şiirlerine, hem şarkılarına, hem de yazdığı anı kitabına rehberlik etmiştir.

Leyla Hanım'ın 2 oğlu ve 2 kızı olmuştur. 20 yaşındayken dünyaya getirdiği büyük oğlu Yusuf Razi BeyParis'te mühendislik öğrenimi görmüş ve dönüşünde İstanbul'da valilik ve belediye başkanlığı yapmıştır. Yusuf Razi Bey, Marie Bel isimli bir Fransız kızla evlenmiş, Marie müslüman olarak İsmet adını almıştır. Leyla Hanım'ın ikinci oğlu Vedat Bey ise Türk mimari tarihindeki isimler içinde Kemalettin Bey'den sonra en büyüğü kabul edilir. Kızları Nezihe ve Feride hanımlar da iyi eğitim görüp iyi evlilikler yapmışlardır.

Leyla hanım'ın yaşamındaki en büyük üzüntü ve şanssızlığı ileri yaşlarındayken İstanbul'un Bostancı semtinde bulunan köşkünün tamamen yanmasıdır. Çıkan yangında bütün notaları, şiirleri ve hatıra defterleri kül olmuştur. Leyla Hanım bu olaydan sonra dostlarının yardımıyla hatırlayabildiği eserlerini yeniden toparlayıp kaleme almışsa da özellikle şarkılarının büyük bölümü yok olmuştur. Şiirlerini ise yangın sonra "Solmuş Çiçekler" adlı kitapta bir araya getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde dünyaya gelip Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarını yaşayan ve Türk toplumundaki kültürel geçiş sürecini eserlerine ustalıkla yansıtan bu çok renkli Türk kadını 86 yaşında yaşama veda etmiştir.

ANILARI

Leyla Saz'ın anıları iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm harem hayatını anlatır. Leyla Hanım'ın çocukluğunu geçirdiği ve 11 yaşında ayrıldıktan sonra da ilişkisini hiç koparmadığı harem hakkında yazdığı anılar, saray ortamı ve 19. yüzyılda Türk kadınının yaşamı hakkında kişisel gözleme dayalı tek kaynak olduğu için son derece önemlidir. Çünkü harem yüzyıllar boyunca Osmanlı sarayının yasak bölgesi olmuş ve kimseye açılmadığı için gizemini korumuştur. Harem Arapça "dokunulması yasak" anlamındaki "haram" kökünden gelmektedir ve "girilmesi yasak olan kutsal yer" anlamına gelir. İşte bu gizeminden ve kapalılığından dolayı Batıda harem yüzyıllar boyunca sadece kadınların yaşadığı ve erkeklerin zevk sürdüğü, hatta cinselliğin ön plana çıktığı yer olarak değerlendirilmiştir. Bu düşünce bazı ressamların yaptığı fantazi nitelikli tablolarla da desteklenmiştir. Oysa Leyla Hanım'ın anılarında anlattığı harem padişahın da özel yaşamını sürdüğü, içinde Osmanlı'nın en üst kültür grubunu oluşturan kadınların yaşadığı, şehzadelerin eğitildiği bir yerdir. Tabii günümüz anlayışı çerçevesinde kabul edilmesi imkansız kurallarla yönetildiği ve içindeki yaşam biçiminin günümüz anlayışından çok farklı olduğu yadsınamaz. Bu farklılıkları Leyla Hanım da net olarak dile getirmiştir. Sözgelişi hareme erkeklerin girmesi yasak olduğu için hadım edilmek (yani küçük yaşta erkeklikleri yok edilmek) yoluyla harem hizmetine alınan haremağalarının acı kaderleri Çerkez ve zenci esirlerin acıklı yaşam öyküleri Leyla Hanım'ın kitabında ayrı bölümler halinde dile getirilmiştir. Ancak bunların ötesinde kitabın her bölümünde haremin hayran olunacak bir titizlik ve düzenle yönetildiği de vurgulanmıştır. Hatta haremde yaşamanın bir ayrıcalık ve mutluluk kaynağı olduğu ifade edilmiştir. Kitabın haremle ilgili bölümleri Leyla Hanım'ın girip çıktığı Çırağan Sarayı'nın döşeniş şekli, saraydaki dans ve müzik dersleri, şehzadelerin eğitimleri ve eğlenceleri, haremde yemekler, harem içinde alışveriş, hareme doktor çağırılması, haremağaları, esirler, sultanların düğünleri, sarayda Ramazan ayı ve bayram kutlamaları gibi konulara ayrılmıştır. Dolayısıyla kitap haremdeki sosyal yaşamı tüm boyutlarıyla dile getirmektedir. Kitabın ikinci bölümü ise Leyla Hanım'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde kadın yaşamı üzerine yaptığı gözlemlere dayanmaktadır. Bu bölümün konuları 1800'lü yıllarda kadın giyim ve modası, İstanbul'un eski gezi yerlerinden kadınların nasıl yararlandığı, evlenme gelenek ve görenekleri, gelin-kaynana ilişkileri, kadınlar hakkında özdeyişler gibi başlıklar altında yazılmıştır. Anılar kitabı Leyla Hanım'ın babasının ve daha sonra kocasının görevleri dolayısıyla uzun süre kalmış olduğu Girit ve Prizren kentlerindeki sosyal yaşam incelemeleriyle son bulmaktadır.

Leyla Saz'ın anıları İstanbul'da 1921-22 yıllarında Vakit ve İleri gazetelerinde yayınlanmıştır. Ancak o yıllarda Anadolu'nun düşman işgali altında olması ve İstanbul'daki savaş ortamı dolayısıyla büyük ses getirmemiştir. Bu anılar daha sonra Leyla Hanım'ın oğlu Yusuf Razi Bey tarafından Fransızca'ya çevrilerek Paris'te yayınlanmıştır. Harem hakındaki bu ilk kaynak Fransa'da büyük ilgi görmüş, bunun üzerine kitap Çekçe ve Almanca'ya çevrilerek bu ülkelerde de yayınlanmış ve aynı ilgiyle karşılaşmıştır.

ŞİİRLERİ

Leyla Hanım aldığı geleneksel eğitim çerçevesinde Giritli Kutbi Efendi'den Osmanlı şiiri ve Aruz vezni öğrenmişti. Bu şiir türünde sözcüklerin kullanımı her zaman çok yüksek bir sanat anlayışının ürünü olmuştur. Ayrıca aruz vezni dediğimiz ölçü sistemine göre her bir mısradaki sözcükler hecelerinin kısa ya da uzun olmasına bağlı olarak mısralar arasında bir uyum yaratmak zorundadır. Bunu sağlamak için aruz vezni kullanımında bazı kalıplar yaratılmıştır. Bu kalıplar anlamı olmayan ama şiirde kullanılacak sözcüklere ışık tutmak amacıyla oluşturulmuş failatün, mefailün, feilün, feilatün gibi sözcüklerdir.

Bu konuyu Leyla Hanım'ın şiirlerinden biri üzerinde örneklemeye çalışalım. Leyla Hanım'ın eşinin yazdığı bir şiire cevap olarak yazdığı dizelerden ikisi şöyle:

Asüman-ı dilde sensin mihr-i rahşanım benim
Sinede aks-i ruhundur mah-ı tabanım benim

Bu iki dizenin anlamı şöyle: Sen benim gönlümün gökyüzünde parlayan güneşimsin. Ruhunun gönlümdeki yansıması benim parlayan ayımdır.

Bu dizeler aruz kalıplarından (failatün failatün failatün failün) üzerine yazılmıştır. Şiirdeki sözcük hecelerinin kalıba uygunluğunu şu vurgu ile göstermeye çalışalım.

Kalıp: Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün

1. Dize: Âsümân-ı dilde sensin mihr-i rahşânım benim
2. Dize: Sînede aks-î ruhundur mâh-ı tâbânım benim


Burada anlatmaya çalıştığım matematiksel hesabın sözcüklere yüklenen sanatsal ağırlıkla birleşerek Divan Şiiri de dediğimiz Osmanlı şiirini oluşturduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu bütünlük Divan Şiiri yazmanın hiç de kolay olmadığını ortaya koymaktadır. Leyla Hanım işte bu şiir tarzında başarılı örnekler vermiş bir şairdir. Ama kadın şairimizin aynı zamanda mısralar arasındaki hece sayısı eşitliğine dayanan hece vezni ile son derece sade ve başarılı şiirler yazdığını da vurgulamak gerekir. Bu tarz basit ve yalın şiir örnekleri vermesi önemlidir. Çünkü saray çevresinde yetişmiş ve Osmanlı eğitimi almış bir aristokratın, içine bol miktarda Arapça ve Farsça sözcükler karışmış Osmanlıca'yı bir kenara bırakıp sadece duru Türkçe ile şiirler yazması, o yıllarda kendi çevresinde çok da beğeniyle karşılanmazdı. Bu yaklaşımıyla Leyla Hanım yaşadığı çevreye rağmen halkın arasına girmeyi ve halkla kaynaşmayı seven bir insan olduğunu da ortaya koymuştur.

Leyla Hanım'ın Bostancı'daki köşkü yandığı zaman o güne kadar yazdığı tüm şiirler de yok olmuştu. Bunun üzerine hatırında kalanları yeniden toparlamış ve "Solmuş Çiçekler" adlı bir kitap haline getirmiştir. Kitap 1928'de oğlu Yusuf Razi Bey'in tanıtım yazısıyla İstanbul'da yayınlanmış, ayrıca kitaba ünlü Türk şairi Abdülhak Hamit Tarhan bir önsöz yazmıştır.

BESTELERİ

Leyla Hanım Türk Müziği'nin tarihsel sürecinde Dilhayat Kalfa'dan sonra ikinci büyük kadın bestekar olarak kabul edilir. Yaşamı boyunca 200'den fazla eser bestelemiştir. Aldığı eğitim sırasında piyano çalmayı öğrenmesi, hatta yine bir Batı sazı olan armonyumu da çalması Türk Müziği'ne olan ilgisini söndürmemiştir. Ne var ki oturduğu köşkün yanması en çok notalarının kaybolmasına yol açmıştır. Şarkılarının büyük bölümü yanıp kül olmuştur ve günümüze ancak 52 eseri ulaşabilmiştir. Eserlerinin birçoğunun sözleri kendisine aittir. Besteleri hiçbir zaman popüler kültüre hitap etmemiştir. Çünkü her sanatçının rahatça okuyabileceği kadar basit değillerdir. Hiç kuşkusuz bunun temelinde Leyla Saz'ın müzik eğitimine alt yapı olan iki önemli ismin rolü vardır. Leyla Hanım'ın hocaları Türk Müziği'nin önemli isimlerinden Medeni Aziz Efendi ve Nikoğos Ağa'dır. Bunun de ötesinde Leyla Hanım, yaşadığı süre içinde evini döneminin önemli müzisyenlerine açık tutmuş, düzenlediği müzik toplantılarıyla sanat zevkini sürekli geliştirmiştir. Bu arada ölümünden birkaç yıl önce Türkiye'de soyadı kanununun çıkması ile seçtiği Saz soyadı, O'nun müziğe olan sevgisini çok güzel ifade eder.

MODERNLEŞME SÜRECİNDEKİ TÜRK TOPLUMU VE LEYLA HANIM

Osmanlı dönemi Türk toplumu, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat fermanı ile birlikte, modernleşme çabalarını somut biçimde yaşamaya başlamıştır. O yıllarda savaşlar ve ekonomik sıkıntılarla gerilemeye başlayan İmparatorluğun içinde bulunduğu güç durumun sona erdirilmesi için bürokratik kesim bir değişim projesi başlatmayı uygun görmüştü. Padişahın da onayıyla başlayan bu süreçte İmparatorluk Batı dünyasındaki modernleşmeyi örnek almaya başladı. Amaç din olgusunun yerine aklı ve rasyonaliteyi geçirmek, bu şekilde Batı'daki aydınlanmaya ulaşmaktı. Bu yöndeki çabaların özellikle sürdürüldüğü alanlardan biri kadınların eğitilmesi olmuştur. Kadınlara yönelik eğitim kurumlarının açılışı, kadınların çalışma yaşamına girmeye başlamaları ve kadınlara ait yayınların ortaya çıkışı Tanzimat sonrası döneme rastlar.

Leyla Hanım böyle bir atmosferde saray çevresinde dünyaya gelmesinin avantajıyla eğitim konusunda büyük şansa sahip olmuştur. Bu şansını hem Batılı anlamda, hem geleneksel kalıplarda eğitim almak yoluyla değerlendiren Leyla Hanım, saray ve toplum üzerine yaptığı gözlemleri bir anı kitabına dönüştürerek yaşadığı döneme ışık tutacak çok önemli bir çalışmaya imza atmıştır. Çalışmasının ana teması kadındır ve o güne kadar Türk kadınının gerek saraydaki, gerek toplumdaki yaşamı üzerine bu kadar detaylı ve ilk elden inceleme yapılmamıştır. Leyla Hanım çalışmasında kadın temasının yanısıra saraylar, konaklar, yalılar ve evlerle ilgili ayrıntılı bilgiler de vermiştir. 18. yüzyıla ilişkin bu bilgileri topluca ve ayrıntılı olarak belirten başka bir kaynak olmadığından Leyla Saz'ın anıları bu anlamda da özel bir yere sahiptir.

Leyla Hanım gözlemleriyle bir döneme ışık tutmasının yanısıra Tanzimat sonrası modernleşen Türk kadınını simgelemek açısından da özel bir yerdedir. Yaşam çizgisi incelendiğinde geleneksel Osmanlı kalıplarının dışına çıkmaya başlamış ve toplum içinde birey olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmış, girişimci ruhlu ve hatta bunların ötesinde sanat ve edebiyat alanında topluma yön vermeyi becermiş bir kadın tipiyle karşılaşıyoruz. Bu kadın tipi o dönem Osmanlı toplumu için çok yeni ve aykırı bir tiptir. Çünkü Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunda kadın uyması gereken birçok kuralın altında dikkat çekmeden yaşamak zorundaydı ve kadınların yaşamını sınırlayan birçok yasa vardı. Bu yasalar genel olarak kadınların kıyafetlerine, sokakta görünmelerine ve erkeklerle olan ilişkilerine müdahale etmekteydi. Sözgelişi kadınların büyük yakalı kıyafetlerle sokağa çıkmaları, erkeklerle aynı kayığa binmeleri, kalabalık yerlerde ve mahalle aralarında gezip dolaşmaları yasaktı. Tanzimat'ın getirdiği modernleşme süreci, kadını toplum yaşamında daha farklı bir konuma getirmeye başlayınca bu değişimi cesurca ilk olarak uygulayanlar tabii ki her toplumda olduğu gibi Osmanlı'da da yüksek gelir grubuna sahip ve yüksek kültürlü zümrenin kadınları olmuştur. Leyla Saz bu grubun önderleri arasında yer aldı. İlk piyano eğitimi alan kadınlardan olması, hiçbir zaman çarşaf giymemesi, sadece ince bir örtüyle usulen başını örtmesi, erkeklerle sosyal ilişkiler kurmaktan kaçınmaması ve hatta bu ilişkilerini sarayın en üst düzeydeki çevresinde bile sürdürmesi, İstanbul dışında yaşadığı zamanlarda da toplumla yakın ilişkiler içinde olması O'nun cesur ve toplumun katı kurallarından uzak bir yaşam tarzı sürdüğünün göstergesidir. İstanbul'a tamamen yerleştikten ve eşini kaybettikten sonra evinde müzik toplantıları düzenleyip erkek müzisyenlerin de çok sayıda olduğu gruplara çeşitli davetlerle evini açması yine aynı anlayışın ürünüdür ve o günün Türk toplumunda henüz alışılmamış davranış kalıpları arasında yer alır.

Tanzimat dönemi, kadının çalışma hayatına girmesine de olanak sağlamıştır. Leyla Hanım'ın para kazanmak için çalışmak gibi bir zorunluluğu olmadığı ortadadır ve bu anlamda bir çabası olmamıştır. Ancak anılarının ve gözlemlerinin İstanbul'da Vakit ve İleri gazetelerinde yayınlanması bir anlamda gazeteci olarak sosyal yaşamda yer aldığını göstermektedir. Ayrıca yine bu dönemde Osmanlı'daki kadın hareketinin başlangıcı olarak ortaya çıkan kadın dergi ve gazeteleri Leyla Hanım'ın yazılarına da sayfalarında yer vermişlerdir. Bu yayınların en önemlilerinden biri "Hanımlara Mahsus Gazete"dir ve 13 yıl boyunca kadın sorunları, aile, toplum ve iş yaşamı, eğitim, sağlık, moda, giyim gibi konular üzerine yayınlanan bu gazetede Leyla Hanım da yazmıştır.

Leyla hanım'ın şiir ve müzik alanında verdiği eserlerin çeşitliliği iç dünyasındaki zenginliğin yanısıra hiç kuşkusuz toplumsal yaşamdaki girişimci yönünün ve sosyal ilişkilerdeki başarısının da bir ürünüdür. Bu anlamda Türk Müziği'nde 1700'lü yıllarda yaşamış Dilhayat Kalfa'dan sonra Leyla Hanım'a kadar ikinci bir büyük kadın bestekar çıkmamasının, belki de Osmanlı toplumunda kadının çeşitli kurallarla sınırlanmasından ve Leyla Hanım'ın kullanabildiği sosyal yönünün daha önce bir başka kadın sanatçıda ortaya çıkamamasından kaynaklandığı da düşünülebilir. Müzik eserlerine baktığımızda Leyla Hanım'ın değişik formlarda bestelediği klasik eserler kadar Cumhuriyet'in ilk yıllarında çok sevilmiş olan bir marşa da (Yaslı gittim şen geldim) imza atmış olduğunu görüyoruz. Bu hiç kuşkusuz O'nun yaşama rengârenk bakışının bir ürünüdür ve Türk kadınındaki değişimin başlangıç noktasında yer aldığını gösterir. Keza şiirlerinde klasik Osmanlı şiirleri kadar sadeleştirilmiş bir Türkçe ile yazılmış basit ama zevkli şiirlere de yönelmiş olması, aynı kişilik özelliğinin ve tabii toplumla içiçe yaşamayı seven ve bunu başaran yönünün yansımasıdır.

Leyla Hanım Osmanlı İmparatorluğu'nun sona ermesiyle kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında eskisinden daha özgür bir anlayışla yaşamış, fotoğraflarından görüldüğü kadarıyla başındaki örtüyü tamamen atmış, o dönemin modern giysilerini kullanmayı tercih etmiş ve sosyal yaşamdaki yerini ölünceye kadar korumuştur. 70'li yaşlarındayken evinin yanmasıyla kaybettiği tüm eserlerini büyük bir enerjiyle yeniden toparlama azmini göstermesi yaşama bağlılığını olduğu kadar içinde yer aldığı topluma birey olarak katkıda bulunma gayretini de ortaya koymaktadır. Her ne kadar yaşadığı dönemin koşulları Leyla Hanım'a seçtiği yaşam tarzı ve üstlendiği misyonda son derece yardımcı olmuş olsa da, Leyla Saz kendisine sunulan tüm avantajları en güzel şekilde değerlendirerek ait olduğu topluma büyük bir hediye olarak sunmayı başarmıştır.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Fincan Kahve

Fatih Belediyesi'nin katkılarıyla bir müzik ve sohbet programına başladık. Adı "Bir Fincan Kahve". Kızkardeşim Jale Şengün'le birlikte hazırlıyor ve sunuyoruz. Her ay iki konuğumuz oluyor. Tabii ki eksenimiz Türk Müziği. İlk bölümde Türk Müziği'nin usta sanatçılarından Tülûn Korman ve Serap Mutlu Akbulut konuklarımız oldu. Programın ismine yakışması için de ilk bölümün konusunu "Bir Fincan Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Vardır" yaptık.
Programda, belirlediğimiz konu üzerine söyleşirken sahnede bizimle birlikte olan beş sazende arkadaşımız eşliğinde güzel şarkılar söylüyoruz. İlk bölüm de böyle tatlı bir sohbetle başladı. Jale ile birlikte kahve kültüründen bahsetmeye başladık. Sonra konuklarımızdan Tülûn Hanım'a ilk soruyu sorduk. "Kahvenin hatırına geçmeden önce kahveye hayatınızda nasıl yer verirsiniz? Ne kadar kahve içersiniz? Kahve içmekten zevk alır mısınız?" falan filan... Tülûn Hanım'ın cevabı ilk beşinci dakikadayken bizi yıktı. "Ben kahveyi hiç sevmem" dedi. "Hayatımda ağzıma sürmedim!!".
Seyirciler kahkahayı patlattı tabi. Jale de "E, hadi o zaman program burada bitti. Bi dahaki aya görüşürüz" diye espriyi tamamladı!! Ama bu ilk golden sonra ortam öyle güzelleşti ki sohbetler mi şarkılara, şarkılar mı sohbetlere karıştı anlamadık. Arada ikram edilen mis gibi kahvenin kokusu eşliğinde ikinci bölümde de kahve sohbeti yapmaya devam ettik. Serap Mutlu Akbulut ve ben arka arkaya şarkıları seslendirirken izleyiciler hayatından çok mutlu görünüyordu. Ama finale Tülûn Korman'ın ileri yaşına rağmen en küçük bir detonasyona uğramadan o nefis soprano sesiyle seslendirdiği "Gel ey denizin nazlı kızı, nûş-i şarab et" şarkısı damgasını vurdu. Bütün salon biz de dahil çılgın gibi alkışladık büyük sanatçıyı. Allah sesine de sağlığına da zeval vermesin.
Konumuz kahveydi ya, salona sormadan edemedik. Kim en güzel kahve yapar, diye. Kimseden ses çıkmadı. Ama arada yanımıza gelen bazı hanımefendiler kulağımıza "Aslında ben çok iyi kahve yaparım ama orada söyleyemedim, utandım" diye fısıldamayı ihmal etmediler. Anlaşılan bundan sonraki programlarda salonda izleyicileri de sohbete katmak için biraz daha yüreklendirmek gerek.
Bu ay ikincisini yapacağız. 25 Kasım 2009 Çarşamba akşamı. Yine Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi'nde. Konuklarımız sevgili Melihat Gülses, Necip Gülses ve kızları Neva Gülses. Konumuz da "Zevkler ve Renkler". Tartışılmaz derler ama üzerinde konuşmak da pek hoş olacak doğrusu. Yolu düşenleri bekliyoruz. Bir fincan kahve içmeye, zevkli bir sohbete ve nefis bir müzik ziyafetine...

19 Temmuz 2009 Pazar

Tembel bir blogcu olmanın dayanılmaz sıkıntısı

Yazı yazmayı sevmek güzel. Ama yazı yazmayı seviyorum, demek marifet değil tabii. Bir de oturup hergün düzenli olarak yazabilmek lazım. Bu mantıkla köşe yazarlarına gıpta etmemek mümkün değil. Hergün bir konu bulup onun üzerine fikir yürütmek kolay iş değil. Ama öyle bir avantajları var ki, iyi kullanabildiklerinde fikir üretme konusunda Eflatun'a Sokrates'e taş çıkarmaları işten bile değil. Ne avantajı mı? Türkiye'de yaşıyoruz kardeşim. Sabah kalktığınız anda "bugün acaba yine ne oldu" merakıyla uyanmıyorsanız kendinizi toplumdan adamakıllı soyutlamışsınız demektir. Her an değişen bir gündem, her an şaşırtan gelişmeler... Eskiden gazeteciler günü 24 saat öncesinden yaşar, diye gıpta ederdim. Artık televizyondaki haber kanallarının süper hızı hepimizi aynı önceliğe sahip kıldığı için bu avantaj bizim gibi sıradan insanlara da geçti ama, yine de köşe yazarlarının meslek ve isim itibarıyla sahip oldukları önceliklerle bu gündem içinde harikalar yaratmamaları ayıp olur bence.
Peki bir blog içinde neden olmasın ki... Eh bundan sonra tembel bir blogcu olmaktan vazgeçip aklıma geleni yazayım bari ben de...

3 Aralık 2008 Çarşamba

İstanbul'da arabasız geçen bir günün bazı sıradan detayları...

Uzun bir zamandan beri İstanbul'u otomobil kullanmadan gezmemiştim. Bu cümlenin ukalalık olmadığını İstanbul'da yaşayan ve hergün aracıyla işe gidip gelenler gayet iyi bilir. Ortasından deniz geçtiği için ulaşım şartları hayli zor olan bir metropolde yaşamanın kaçınılmaz sonucu mu bilmem ama, arabası olup da düzenli olarak toplu taşıma aracı kullanmayı tercih eden insan figürüne pek sık rastlanmıyor. Hele biraz yağmur yağmaya görsün, arabasının içinde iki saat oturarak trafiğin kahredici eziyetini çekmeyi, aralarda birkaç yüz metre yürüyerek otobüs, vapur ya da dolmuş seyahati yapmaya tercih edenler kat kat artıyor. Valla kimseyi kınamıyorum. Çünkü ben de o tembeller gürûhuna dahil olanlardanım. Bu tembellik değil, demeyin sakın. Bal gibi de tembellik. Hem öyle bir tembellik ki, yaşamın baş döndürücü temposunu hiç çaktırmadan sizden saklıyor ve günün en az bir-iki saatini elleriniz direksiyon üstünde ve hiç farkında olmadan saçma sapan konuşan herhangi bir "DJ"in anlamsız esprilerine kulak vermiş halde geçirmenize yol açıyor. Radyolar neden bu kadar çok reklâm alır, diye merak etmemek lazım. Trafikte takılmış, aklınızda bin düşünce ilerlemeye çalışırken radyo düğmesini çevirmeyi unutuyor, bir sürü anlamsız konuşmanın ve artık ezberlediğiniz pop şarkılarının yanısıra reklâmları da bir güzel beyninize yerleştiriyorsunuz. Kaç kere bir deterjan ya da ne bileyim bisküvi reklamının şarkısını mırıldanırken yakaladım kendimi.

Son zamanlarda gün içinde trafiğe hapsolarak kaybettiğimi düşündüğüm bu saatleri değerlendirmek için formül geliştirme arayışına girdim. İlk bulduğum yöntem direksiyona küçük bir kitap dayamak ve trafiğin durduğu yerlerde birkaç satır bile olsa birşeyler okuyarak kendimi oyalamaktı. Böyle böyle günde 30 -40 sayfa okumak mümkün, ben ölçtüm. Ama arkanızdaki arabadan sizin okuma aşkınızı kıskanan biri çıkar ya da trafik polisine yakalanırsanız hiç iyi olmuyor. Ayrıca tam kitabın heyecanlı bir yerine gelmişken ilerlemeniz gerekince hiç teklememeniz lazım. Biraz pratikle bunu da yapıyor insan ama özellikle annem, bunu başardığımı söylediğimde dehşet çığlıkları atınca onu kırmamak için bu işten vazgeçtim. Ona göre bu bir trafik canavarlığı. Ben ise okumanın direksiyon başında bile olsa canavarlıkla ilgisi olmadığı kanısındayım. Neyse, bunu tartışmayacağım. Biz başka yöntemlere geçelim. İlk akla gelen müzik tabii. Ama sıkışık trafikte boğuşurken tercih ettiğiniz müzikleri dinlemek de o uzun zaman dilimini zevkli hale getirmeye yetmiyor. E, daracık arabanın içinde kalkıp ayaklarınız açılsın diye arada bir dolaşamayacağınıza göre geriye pek bir seçenek kalmıyor. Tek yapacağınız şey kafanızdan geçirmekten hoşlanacağınız bir düşünce bulup ona kilitlenmek. Ama bu da konsantrasyon işi. Böyle zamanlarda gaza basmayı unutunca, yandaki aracın uyanık sürücüsü hemen önünüze geçiyor ve arkadan gelen korna sesleriyle o ana geri dönüyorsunuz.

Geçenlerde genç bir dostum, ilk arabasını almanın heyecanını benimle paylaşırken, yüzüme bilge bir gülümseme oturttum ve bütün mutluluğunu yüzünde donduracak şekilde yaşayacağı günlük sıkıntıları abartarak ve bundan biraz da haz duyarak uzun uzun anlattım. O an nezaketinden bir şey demedi ama içinden bana sarfettiği sözleri tahmin edebiliyorum. Önemli değil, bugün yarın gelip haklılığımı tescil edecektir.

Şimdi yazının başındaki ilk cümleye geri dönmek istiyorum. Gerçekten de uzun bir zamandan beri İstanbul'u otomobil kullanmadan gezmemiştim. Şu anlattıklarımı hızlıca kafamdan geçirdiğim günün sabahı -tabi güneşli bir gündü- arabam yokmuş gibi yola çıkmaya karar verdim. Telefonla aradığımda şaşırtıcı bir şekilde kızkardeşim de ikna oldu ve Beyoğlu'na İstanbul'un bize sunduğu olanakları kullanarak gitmeye karar verdik. Çekmeköy'den erken bir saatte çıktım. Bendeniz birçok hemcinsim gibi en az altı santim boyda topuklu ayakkabı giymeden rahat edemeyenlerdenim. 1.64 boyum olsa da düz ayakkabıyla kendimi cüce gibi hissederim. Topuklu ayakkabılar, hanım hanımcık bir etek - ceket, saç -baş, makyaj falan tamam. Evden çıktım ve yürümeye başladım. Hedefim otobüs durağı. 800 metre kadar yürüdüm, oralarda durak olmadığını biliyorum. Yolun mesafesini abartmıyorum, arabayla geçerken kilometre sayacından ölçmüştüm. Neyse o topuklarla durağa kadar ayağımı burka burka geldim. Beklemeye başladım. 10 dakika sonra sıkılıp yanımdaki adama otobüsün ne zaman geleceğini bilip bilmediğini sordum. Saatine bakıp, daha 20 dakikası var, dedi. Üsküdar'a giden otobüs yarım saatte bir geçiyormuş meğer. Kafamdan hızlıca bir hesap yaptım. Kızkardeşimle saat 10.30'da Üsküdar iskelesinde buluşacaktık. Saat 9.40 civarı. Otobüs 10.00'da gelse yarım saatte yetişmem imkânsız. Öğrencilik yıllarımdan otobüslerin hızına göre vapura yetişme hesapları yapmamak gerektiğini bilenlerdenim. Daha kötüsü 5 dakika gecikecek olursam saatlerce beklediğini iddia edip bunu facia haline getirecek bir kızkardeşim var. Geldiğim yoldan yürüyerek geri dönüp arabamı almanın ve Üsküdar'da bir parka bırakmak suretiyle yolumun yarısından itibaren İstanbul'da hayata karışmanın bana zaman kazandıracağına karar verdim. Bunu hayata geçirene kadar çektiğim topuklu ayakkabı ıstırabı neyse de kendimi arabaya attığım anda çorabımın kaçmış olduğunu görmem beni yıktı. Neyse ki bu ilk zayiatı gidermek için eve girip çıkmam iki dakika sürdü. Aynada şöyle bir kendimi süzdüm ve topuklu ayakkabılarımdan vazgeçmemeye karar verdim. Saat 9.55 ve Üsküdar iskelesine yetişmek için 35 dakikam var.

Hava güneşli ya, nispeten yollar daha akıcı ve çevreyolunda duraklamadan gidiliyor. Neredeyse Üsküdar sapağına girmek üzereydim. Zırr telefon! Kızkardeşim. Üsküdar'dan vazgeçip Kadıköy'de buluşabilir miymişiz! Karaköy'e geçersek daha pratik olacağını düşünmüş. Haklı ama ben Üsküdar yolundan Kadıköy'e geçene kadar 10.40 vapurunu yakalayabilecek miyiz, diye düşünen yok. Neyse "ya sabır" çekerek Kadıköy trafiğine daldım. Altıyol'dan iskeleye doğru inerken trafiğe yakalanmama kararıyla güne başladığım aklıma geldiği için güldüm kendi kendime. İskeleye en yakın otoparka arabayı bırakıp topuklu ayakkabılarımla koşmaya başladım. Bir yandan elimde telefon, nefes nefese, nerede buluşacağımızı sormaya çalışıyordum. Jeton lazım, gişenin önünde buluşalım, dedi kardeşim. Hergün bu yolu kullanmamanın acıklı yanı akbil sahibi olmamak tabii ki. Gişenin önüne geldiğimizde vapurun kalkmasına 15 saniye vardı. Görevli arkadaş bizdeki telaşa karşılık mahmur gözleriyle gelenleri süzüyor ve ağırlaştırılmış hareketlerle jeton ve para üstlerini uzatıyordu. Verdiğim para 100 lira olmasa jetonları alıp üstü kalsın, diyecek haldeyim. Hani iş yavaşlatma eylemi olduğunda tam Boğaz Köprüsü'ne oturtulacak adam. Jeton ve paraları hızla avuçlayıp turnikeden geçtiğimiz anda kapılar kapandı ve vapura el sallamak zorunda kaldık doğal olarak. Kardeşimle aynı zamanda iskeleye ulaştığımız için aramızda herhangi bir tartışma yok ama gitti bir 20 dakika daha. Sağolsun, benim normal yoldan gitme fikrime bir parça söylendi, ama beklediğim kadar büyütmedi.

Artık trafik kâbusu yaşamak yerine keyifli yolculuk yapmanın tam yerindeyiz. Vapurun sakinliği içinde bir bardak çay ve ayaklarını uzatabilme lüksü. Süper! Sadece kızkardeşimin de benim de ayaklarımız koşmaktan ağrımakta. Onda da on santim topuklu çizmeler var. Ne de olsa aynı fabrikasyon. Oturup sohbet ederken sıcağı sıcağına pek anlamadık ama vapur yanaşırken ayağa kalkınca birbirimizin koluna girmek zorunda kaldık.

İskelesi son fırtınada çok saçma bir şekilde sulara gömüldükten sonra kişiliksizleşmiş bizim Karaköy. Bostancı'ya da benziyor, Burgazada'ya da, Sirkeci'ye de. Çocukluğumda özellikle kitapçılarına bayıldığım iskelenin son yıllarını bilmem ama battığını duyunca pek üzülmüştüm. Oradayken daha fena oldum. Yeni şeklin bir iyi yanı var, o da ana caddeye yürümek daha pratik sanki. Ama arabasız dışarı çıkan iki insanın cehaleti çok fena oluyor. Önce Tünel nerede, diye hatırlamaya çalıştık. Sonra Tünel'e giden alt geçidi sormamız gerekti. Alt geçit içindeyken de hangi merdivenden çıkacağız, diye üç kez sormak zorunda kaldık. Çok şükür, sonunda Tünel'e ulaştık. Burası yıllardan sonra insana eski bir dost evi gibi geliyor. Ama aynı zamanda Levent metrosuna alışan gözlerim bu minyatür metroya milat öncesinden kalma bir garip alet diye bakmaktan kendini alamadı. İçinde bulunduğu yer ise bir nevi zaman tüneli. Geçmişi yaşayacağınız bir yolculuk hayal ediyorsunuz metronun hareket zili çalarken. Ama bu hayale çok kaptırırsanız iki dakikada biten yolculuktan hiç zevk alamazsınız uyarayım. Ben öyle oldum. Geldiğimizde ağzımdan "nasıl yani?" sorusu çıktı bir tek.

Beyoğlu'nda kalabalığa karıştığımız anda saate baktım. Sabah saat 09.00'da başlayan yolculuğumuz 11.45'de noktalanmış. 2 saat 45 dakika. Eğer arabayla gelecek olsaydık köprü trafiği, Taksim yollarının kalabalığı falan derken aynı zamanı tutturur muyduk bilemiyorum. Çıktığımız saate de bağlı malum. Ama iki farklı tip ulaşım şeklinin avantaj ve dezavantajlarını sıralayabilirim.

Avantaj 1. Hergün arabasız bir yolculuk yaparak karşıya geçerseniz ciddi tasarrufunuz oluyor. Aylık benzin parasını bir-iki kez Boğaz'da balık yemek için kullanabilirsiniz sözgelişi.

Avantaj 2. Hayatı yakalıyorsunuz. İnsanları, yolları, taşıtları seyretmek ve her an başınıza herşeyin gelebileceğini düşünerek yolculuk etmek heyecan verici.

Avantaj 3. Oturup yolculuk edeceğiniz taşıtlarda kitap, gazete okuma şansınız yüksek. Sabah çayını içmek için işyerine kadar gitmeyi beklemek zorunda değilsiniz.

Avantaj 4. İsterseniz yeni dostluklar kurup, yeni insanlar tanıyacak fırsatlar bile yakalayabilirsiniz yollarda. Rutin bir yaşamdan yakınanlardansanız buna karşılık girişken bir yapınız varsa işte size fırsat.

Dezavantaj 1. Özellikle yağmurlu, çamurlu havalarda ve soğuklarda taşıttan taşıta binmek için aralarda yürümek iğrenç. Yorucu ve üşütücü.

Dezavantaj 2. Topuklu ayakkabı giymek ve daha estetik bir görünüme sahip olmaya çalışmak kâbusa dönüşebiliyor. İlle her ikisini de yapacağım diyorsanız, hedefinizden bir saat daha erken dışarı çıkmalısınız ki, salına salına yürüyebilesiniz.

Dezavantaj 3. Kalabalığı sevmiyorsanız ve ayakta kalma ihtimaliniz varsa otobüsler tatsız. Metrobüsü denemek lazım. İnşaatı bitip köprü üstünden geçmeye başladıktan sonra yorumunu yapmak mümkün olacak.

Dezavantaj 4. Arabada kendi başınıza kalıp dalıp gitmelerin, esnemelerin, şarkı söylemelerin, sinirlenip sağa sola küfretmelerin de apayrı bir lüks olduğunu anlıyorsunuz.

Arabası olduğu halde düzenli olarak toplu taşıma olanaklarını kullananların sayısını öğrenmeyi isterdim doğrusu. Kendi adıma itiraf edeyim, ne kadar sızlansam da arabamdan vazgeçemeyeceğim gibi görünüyor. Benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğundan eminim aslında. Bu sonuç yukarıda saydığım avantaj ve dezavantajlardan kaynaklanmıyor, onu da biliyorum. Hepimiz zamanla yarışıyoruz ve araçlarımızı kullanarak daha çok zamana sahip olabileceğimizi düşünüyoruz. Unuttuğumuz ya da gözardı ettiğimiz bir tek gerçek var. Zamanı yakalayalım derken aslında zamanın ve buna bağlı olarak hayatın ellerimizin arasından kayıp gitmesine seyirci kalıyoruz... Çünkü zaman, biz İstanbul'un yoğun trafiğinde aracımızın içinde hapis durumdayken, dışarda hızla akıp gidiyor. Bizlerse zamanı kendimiz için her sabah ve her akşam 1-2 saatliğine durdurmuş oluyoruz. Birgün araçsız ve telaşesiz olarak bir İstanbul gezisi planlayın. Bunu daha iyi anlayacaksınız.